Gerginlik (stres) yönetimindeki en temel unsurlardan biri de yaşadığımız gerginliklerin kaynağını belirleyebilmektir. Çünkü; ancak bunu yaptığınızda stresi doğru biçimde yönetebilirsiniz.
Korku, kaygı ve endişe, sanırım tüm gerginlikleri oluşturan unsurlar. İşimi kaybetme korkusu, çocuğumun serseri olma kaygısı, sınavı geçemeyeceğime ilişkin endişem, beğenilmeme kaygısı, başarısız olma endişesi, karanlık korkusu, parasız kalma endişesi, evsiz, yurtsuz, yalnız kalma kaygısı… Tüm bunlar şu ya da bu düzeyde gerginlikler yaşamama yol açıyor.
Kısacası, gerginlik ya da stres; korku, kaygı ya da endişelerimden oluşur. Bunların belli miktarda olanları, aslında stres dediğimiz şeyi yaşadığımız anlamına gelmez. Ama bu düzeyin üzerindekiler, sorun yaratmaya başlarlar. Bir belirginlik oluşturmaya çalışacak olursak, şunu söyleyebiliriz: yaşadığım endişe, kaygı ya da korkunun benim gündelik yaşamımı sağlıklı olarak sürdürmemi, çevremle ve çevredekilerle ilişkilerimi düzgün ve aksaksız yaşamamı engelliyorsa, bu strestir.
Bu tanımda çok önemli iki unsur var: İlki; “gündelik yaşamımı sağlıklı olarak sürdürmem” ve ikincisi de “çevremle düzgün ve sağlıklı ilişkiler”. Bu iki ifade de çok önemli anlamda belirsizlik ve bireye bağımlılık içermektedir. Yani benim düzgün dediğime, siz bozuk; sizin sağlıklı dediğinize de ben ürkütücü diyebilirim.
Sünneti ele alalım. Ben ve o gün birlikte sünnet olacağım kardeşim Aydoğan, at üstünde İzmit’i dolaşıyorduk. Gururla bu güzel günümüzü herkesle paylaşıyor, tanımadık kişilere de duyuruyorduk. Akşama düğünümüz olacaktı. Arkadaki faytonda, davul zurna ortalığı coşturmaya çalışıyordu. Yolda bir grup yabancı ile karşılaşmıştık. Kemal abimle biraz konuşarak ne olduğunu anladılar. İçlerinden bazıları benim ve Aydoğan’ın fotoğraflarını çekti. Abime en çok sordukları, bizim nasıl olup da korkmadığımız olmuş. Sünneti, nasıl olup da düğün dernek havası içinde karşıladığımızı anlayamayan birçok yabancı ile daha sonra ben de konuştum. Durum aslında şu idi; benim kültürüm, sünneti bir erkekliğe geçiş aşaması, kutlanacak bir şey olarak algılıyordu ve onun içinde yetişen bizler de bunu ürkütücü değil, keyifli bir şey olarak görüyorduk. Oysa onlar, bunun ürkütücü, dayanılamaz bir şey olduğunu düşünüyordu. Ve bize hayret ediyorlardı. Bu da onlar ile bizim aramızda ile farklı gerginlik, kaygı, korku algısı oluşturuyordu. Dikkat edersek, burada stresi yaratan sünnet değil, sünneti nasıl algıladığımızdır.
Coğrafi keşifleri ele alalım. İlginçtir, biz Türklerin önemli ve kabul edilmiş herhangi bir coğrafi keşfi, benim bildiğim kadarı ile yok. Bunun tesadüf olması ihtimali yoktur. Çocukların, yetişirken karanlık yerlere ilişkin olarak, “gitme oraya öcü var”, “öcü seni kapacak” ifadeleri ile ana babaları tarafından engellenmesi ve etrafı keşfetmeye çalışan çocuklara “gitme oraya düşersin”, “gel buraya başıma bela mı çıkaracaksın” denmesi, işe girecek, okula başlayacak, yabancı bir şehirde okumaya gidecek çocuklara “yabancılara dikkat et”, “herkese her şeyi anlatma” denmesi şeklindeki süreçlemeler, insanların keşif eğilimini (oysa bu eğilim doğuştan vardır) azaltmaktadır. Öte yandan, Batı kültürünün coğrafi keşiflerinin son derece geniş olmasının nedeni, çocuklarını yetiştirirken, bu türden ifadelerin kullanılmaması ile yakından ilişkilidir. Dolayısı ile bizim kültürümüzün bilinmeyen yerlerle ilgili korku ve endişe algısı yüksek olduğundan, keşfetme girişimi son derece düşük kalmaktadır. Bizim bilinmedik yerlerle ilgili algımız ile Batı’nın algısındaki fark davranışlarımızı da strese dayanıklılık düzeyimizi de etkiliyor.
Tüm kaygı, korku ve endişelerimize baktığımıza, bunların ortak noktasının gelecek ve gelecekte başıma gelmesi muhtemel konular olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, stres yönetimindeki ilk adımlar şunlar olmalıdır; 1. Benim geleceğe ilişkin genel algım nedir? 2. İçinde bulunduğum çevrenin (kültürün) genel olarak gelecek ile ilgili algısı nedir? Bunların bir kısmının gerçek olmak yerine tamamen kendi algılarımıza dayandığını görmek mümkün olabilecektir.
Diyelim ki yarın bir randevum var, eğer bu akşamdan buna yetişmek ile ilgili bir endişe taşıyorsam, bu daha gerçekleşmemiş gecikmeye neden odaklandığımı düşünmekte yarar var. Diyelim ki küçükken, sık sık; “geç kalıyoruz”, “senin yüzünden geç kaldık”, “geç kalırsak bizi çok ayıplarlar”, “geç gelen saygısız biridir”, “sona kalan dona kalır” denen bir ortamda büyümüşsem ya da birinci olmanın çok önemli, sonuncu –hatta bazen ikinci- olmanın ise son derece değersiz bir sonuç olduğu inancı ile yetişmişsem, bunlar yarınki randevuma gecikme olasılığına yönelik endişelerimin kaynağı olabilir.
Burada bir başka önemli nokta da şunun farkına varılmasıdır: Çevrem beni bu şekilde yetiştirmiş, koşullandırmış olabilir. Ama ben gene de şunu diyebilirim: “Geç kalırsam kalayım ne olacak ki? Birinci olmazsam olmayayım, umurumda bile değil!” Burada da geç kalma olasılığı vardır, ama strese yol açmamaktadır. Dolayısı ile asıl önemli olan, çevremin bana geçmişte ve şimdi verdiği mesajlar, yetiştirme biçimi ya da koşullamalar değil, benim kendi kendimle olan ilişkimde kendime verdiğim mesajlardır.
Bu durumda stres yönetiminin aslında bireyin kendi geleceğini yönetmesi olduğunu söylememiz mümkün olabilmektedir. Dolayısı ile geleceği yönetmekle ilgili bilgi, algı ve eylemlerimizi doğru üretirsek, bu türden kaygılar azalacaktır.
Nurdoğan Arkış (25.01.2009)